Ekilenler ve Biçilenler

Küçük bir Anadolu kasabasında hayata gözlerini açmıştı. 7 çocuklu fakir bir ailenin dördüncü çocuğu olarak doğdu İbrahim. Savaş sonrası yokluğun olduğu yıllardı. Babası Koca Kemal; iri yapılı, uzun boylu, yağız bir delikanlıydı. 
İnşaatlarda çalışırdı Kemal Usta. Ünü sadece köyünde değil, diğer illerde de bilinirdi. Titiz çalışmasını bildikleri için, köylüler hep onunla çalışmak isterdi. Çünkü Kemal Usta’nın yaptığı işin karşılığında aldığı bedeli sonuna kadar hak ettiğini bilirlerdi. Üstelik o; “Ben bu işin ustasıyım” diye böbürlenmez ve öyle uçuk kaçık rakamlar da istemezdi. 
Kemal, köyün zenginlerinden olan Hakkı Efendi’nin evini yapacaktı. Hakkı Efendi ile masrafları hesaplıyorlardı. Toplam masrafı yazarken Hakkı Efendi yekûnun yanına: “Kemal’in bedeli” yazdı. Kemal yazıyı gördü:
-Ağam, bu rakam çok fazla.
-Sen ondan fazlasını hak ediyorsun.
-Allah razı olsun ağam senden ama bu rakam fazla.
Kemal kendince hakkı kadar belirlediği rakamı yazdı.
-Bana el emeği ödeyeceğin rakam bu Ağam.” 
Hakkı Efendi, onun bu alçak gönüllüğünü beğeniyordu. Yazdığı rakam, Hakkı Efendi’nin yazdığının yarısı idi.
Bir zaman sonra Kemal ve ailesi şehre taşınmaya karar verdi. Kemal Usta 7 çocuğunun üzerine, var gücüyle titrerdi. Fakirlik, yokluk belini zaman zaman büküyordu. Çocukları okusun, bir iş sahibi olsun diye çabaladı durdu. Hatta onlar için köyden, şehir merkezine taşındılar. Şehrin kenar mahallelerinden birinde tek göz odada yaşamaya başladılar. Şehre gelince, İbrahim ile 5 numara kardeşi Naime birlikte okula başladılar. Evlerine yakın bir ilkokula yazıldılar.
İbrahim, daha ilkokul zamanından beri çalışırdı. Komşuları Mahmut Ağa’nın fırınından simit alır, ibrahim ise sabah erkenden o simitleri satmaya giderdi. Kazandığı paraları annesine verirdi. Parayı annesine verince, annesinin ona sarılması ona ayrı bir mutluluk verirdi. Annesi, onun getirdiği paradan bir miktar ayırır ve eline verirdi.
“Al bakalım bu senin” derdi gülümseyerek anne şefkati ile…
Okuldan sonra bazen, istasyona gidip elma satıyordu. Bir sepetten fazlasını zaten taşıyamazdı.  Bir sepet elmayı satıp eve dönüyordu.
Daha okul yıllarında başlayan bu çalışma gayreti onu lisede çok başarılı bir öğrenci yaptı. Yatılı okuyordu. Ailesi para yollamakta zorlanıyordu. Yokluk yılları idi.
Gece mum ışığında ders çalıyor, sabah erkenden okula gidiyordu.
Çoğu gece ağlardı. Annesini, babasını ve kardeşlerini özlerdi.
Ama okumak zorundaydı. Onun için yokluktan kurtulmanın tek yolu garanti bir işi olmasıydı. Öğretmen okulunda okuyordu. O yıllarda, lise seviyesi idi öğretmen okulları. Buradan mezun olanlar, hemen öğretmen olarak atanıyordu. Hem zeki hem de çalışkan bir öğrenci idi. Öğretmenleri onun bu gayretini hep destekliyorlardı. Öğrenmeyi seviyordu. Öğretmen okulunda bir kural vardı. Bu okul öğretmen yetiştirme okulu olduğu için, öğrenciler tam donanımlı olmalıydı. Onlara mezun olabilmeleri için bir müzik aleti çalmaları gerektiği söylendi. Ama bu müzik aletlerini kendileri almak zorundalardı. Müzik öğretmeni ona mandolin çalmayı öğretmişti. İbrahim, mandolin çalmayı sevmişti. Mandolin almaya karar verdi. Ancak mandolinlerin bu kadar pahalı olduğunu bilmiyordu.
O gece yatağında sessiz sessiz ağladı. Babasına söyleyemiyordu. Kendinden küçük 3 kardeşi daha vardı. Evleri kira idi. Karınlarını ancak doyuruyorlardı. Babasının ona ekstra, mandolin için para yollayacak gücü yoktu. Ne yapacağım diye düşünüyor, üzülüyor ve ağlıyordu. 
Mezun olması üstelik buna bağlı idi. Okuldan sonra simit satmaya karar verdi. Bir fırın ile anlaştı. Okuldan çıkınca, koşa koşa fırına gidiyor, simitleri alıyor ve satmaya götürüyordu. Fırıncı simitleri ona borç olarak veriyordu. Simitler satılınca, fırıncı parasını alıyor, kalanı onun oluyordu. Böyle anlaşmışlardı. 
Bir gün simit satarken müzik öğretmeni İbrahim’i gördü. Yavaşça yanına gitti. İbrahim, öğretmenini fark etmemişti:
-Merhaba delikanlı, taze mi simitlerin?
İbrahim sese irkildi. Öğretmenini görünce şaşırdı. Biraz da tedirgin oldu. Usulca başını öne eğdi:
-Taze öğretmenim. 
Müzik öğretmeni Bünyamin Hoca, İbrahim’i yakından tanıyordu. Eliyle çenesinden tutup şefkatle başını kaldırdı.
-Aferin sana İbrahim. Neden utanıyorsun? Bunda utanılacak bir şey yok. Hatta tam tersi bu davranışın hoşuma gitti. Hadi bakalım, ver 2 simit. İkindi çayımın yanına katık olsun.
İbrahim’in gözleri parladı. Gülümseyerek hemen 2 tane simidi, kâğıda sardı ve uzattı. Öğretmeni parayı uzatınca:
-Size ikram etmek istiyorum.
Bünyamin öğretmen:
-Cömertliğinden hiç şüphem yok. Yakında o günler de gelecek. İlk maaşını aldığında zaten simitle kurtulamazsın. Yemek ısmarlarsın yeriz inşallah. 
Ve eline zorla koydu parayı.
-Hadi bakalım yarın görüşürüz.
Başını okşayarak oradan ayrıldı. 
İbrahim simitleri bitince, tepsisini alıp fırına gitti. Parayı uzattı. Fırıncı Erol:
-Maşallahın var vallahi delikanlı. Satmışsın hepsini. 
Çok sevmişti delikanlıyı. Gayretli buluyordu.
Bir gün simitleri almaya gittiğinde Fırıncı Erol:
-Gel bakalım delikanlı, seninle hiç sohbet etme fırsatımız olmadı. Bir çay içelim seninle. 
Ama asıl amacı onu biraz konuşturmaktı. Oradan buradan sohbet ederlerken, ailesinin durumunu anladı Erol Usta. Yılların esnafıydı. Tabiri caizse insan sarrafı olmuştu artık. 
“Ne yapacaksın biriktirdiğin para ile” diye sordu.
Anlattı İbrahim. Mezun olabilmesi için, o mandolini alması gerekiyordu. Mandolin 15 lira idi. 
“Ne kadar biriktirdin” dedi Erol Usta. 
Utana sıkıla “6 Lira” dedi.
“Hımmm” dedi Erol Usta. “Daha yarısına bile gelmemiş” dedi.
“Bak sana bir iş teklif edeceğim. Simit’in yanında, kurabiyede vereceğim sana. Benim üzümlü kurabiyelerim meşhurdur. Simit’in yanına onlardan da ilave edeceğim. O simitten biraz daha pahalı. Yavaş yavaş, işi büyütelim” dedi babacan gülümsemesi ile.
İbrahim heyecanla “Gerçekten mi!” dedi.
“Tabi gerçekten. Sen Erol Ustanı tanımıyorsun daha. Yarın geldiğinde kurabiyeler hazır olur. Onları da eklersin. İlk satış için ben sana hediye veriyorum “dedi.
İbrahim hemen başını öne eğdi:
“Olmaz ustam. Sende emek vereceksin. Üstelik un, yağ, üzüm. Hepsi oldukça pahalı. Aynı simit gibi olsun. Sende payını al, bende alayım “dedi.
Erol Usta babacan bakışla:
“Bak oğlum. Bende senin gibi gençlik yılları geçirdim. Seni çok iyi anlıyorum. Bende kolay Erol Usta olmadım. Eminim sende, çok çocuğun yüreğine dokunacaksın. Bu hediyemi kabul et. Sonraki seferde tamam, herkes payını alsın” dedi.
Gözleri doldu İbrahim’in. Ertesi gün, simit ve kurabiyeleri aldı. Her zamanki yerine, parkın kenarına kurdu tezgâhını. “Simitçiii! Kurabiyelerim var! Erol Usta’nın üzümlü kurabiyeleri! Taze taze, sıcacık” diye bağırmaya başladı. Kısa sürede simitlerde, kurabiyelerde satıldı. Heyecanla fırına gitti. Elini öptü Erol Ustanın ve teşekkür etti.
Aradan 1 hafta geçmişti. Okulda müzik öğretmeni yanına çağırmıştı. Koşarak yanına gitti. Bünyamin Hoca: “Bir paketin var “dedi. 
Heyecanlandı İbrahim. Ona kim ne yollamış olabilirdi ki.
Hemen açtı paketi. Gıcır gıcır bir mandolin çıktı paketten. Gözleri doldu. “Nasıl yani?” dedi. 
Bünyamin Öğretmen:
-Sen güzel yüreğinin karşılığını alıyorsun delikanlı. Hep böyle çalışkan, hep böyle merhametli ol. Bu sana Erol Ustanın mezuniyet hediyesi. 
İbrahim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bünyamin öğretmen sarıldı ona. “Bak yemek ısmarlama sayısı ikiye yükseldi” dedi. İkisi de gülmeye başladılar.
Yıllar sonra İbrahim şunu anladı; bu dünyada yaşadıklarımız, kazandıklarımız hep yapıp ettiklerimiz ile alakalıydı. Büyüklerimizin tabiri ile; biçtiklerimiz, ektiklerimiz ile ilgiliydi.



Yorum Gönder

1 Yorumlar

  1. Çok güzel anlatılmış sebep sonuç ilişkisi yüreğinize sağlık.

    YanıtlaSil